13 Ağustos 2016 Cumartesi

Nefesle Boğulmaktır Marifetimiz

Uzun zamandan sonra tekrar buradayım..
Kendime sözüm vardı, her gün kendimi mutlu eden şeyler bulacak, heyecanlandıran şeyler yaşayacak ve buraya aktaracaktım. Ama sözler her zaman tutulamıyor...
Bu seferki yazım biraz depresyonlu içerikli olacak baştan söyleyeyim, sonra "Öff bu ne yeter..." demek yok!..
Elimin buraya gelmesinin sebebi Sezen ablamın;" O kadar yandı ki canım sonunda karşıdan baktım. Ne göreyim, kendime yıldızlardan daha uzaktım..." sözü oldu aslında. Sordum kendime; "Kendime en yakın olduğum zaman ne zamandı peki?" diye. Ve cevabımın burada hevesle bir şeyler yazarken geçirdiğim zaman olduğunu fark ettim.
Peki ne oldu da ben yıldızlardan daha uzak oldum kendime?
Pek çok şey...
Yıllardır hayatımda bir şeyler iyi gidiyor diyemem zaten. Annemin yalanları, benim tek başıma yaşamaya başlamam, Amerika'dan dönme depresyonu, iğrenç bir eski sevgili(üzgünüm ama haksız değilim bu konuda), intihara eğilimli bir bünye, dönem uzatma, arkadaş ihanetleri, dolandırılmalar derken uzuuun bir süredir kötü giden bir hayatım vardı zaten. Ama bu sene diyordum ki; "Hadi kızım sıkı tutunacaksın bu sene! Kimseye eyvallah etmeyeceksin, hedefine yürüyeceksin ve başarınla mutlu edeceksin kendini!". İnanın insan ilişkilerinde, parada hiçbir şeyde yoktu gözüm, sadece başarılı olmak istiyordum o kadar minicikti hedefim .Ama her şey planladığımız, istediğimiz gibi yürümüyor hayatta.
İlk 4 ay sorunsuzdu hayatım çok da mutluydum aslında. Burada bir şeyler yazıyordum, çalışıyordum, hayattan tekrar keyif alıyordum. Sorsalar mutluyum demezdim belki ama huzurluyum derdim.
Ama Şubattan sonra huzurdan da mutluluktan da eser kalmadı hayatımda...
Hocamız okul dergisine bilimsel bir makale yazmamızı istemişti."Tamam!" dedim bende, "İşte hayatımda aradığım akademik fırsat!". Çalışacağım ekibi belirledim. On küsür kişilik ekipte çalışan 3 kişiydik hatta 2 kişi, hatta çoğu zaman tek başıma çalıştım ama dedim ki; "Yılmayacaksın. Bu insanlar yapmasa bile sen o araştırmanı gerekirse tek başına yapıp yayınlayacaksın. Öğreneceksin, gelişeceksin, bir şekilde yapacaksın bunu!" ama yürümedi tabi. Dersler, kendi hayat mücadelem, araştırma yürümedi uzadı. Ama olsun dedim "Hoca bana bu dönem olmasa da seneye yayınlanacak sözü verdi yaparım ben bunu.". 
Makale sürecinde çalıştığım iki kişi bana kulüp kurma teklifiyle geldi. Baktım yararlı bir şeyler yapılacak tabi dedim ama bana yıkıldı tabi tüm dosya, proje, plan işleri. "Olsun be, o köydeki çocuklara sağlığı öğreteceğiz ya gerisi boş." dedim çalıştım ama ilk etkinlikten sonrası yürümedi..
Bu iki arkadaşla yaptığımız işlerden ötürü bir samimiyet oldu aramızda, birbirimize gelip gitmeler başladı derken çocuklardan birinin üst kolu benim evde ortadan ikiye ayrıldı. Olay sınava 5 gün kala olunca kaza sebebiyle yanan psikolojidir, kafadır derken senenin en önemli sınavında dipleri gördüm. Bir ay yemeden içmeden çalıştığım mikrobiyoloji bloğunda hem de...
Yine de "Olsun be kızım bu insanlar yanında olsun toparlarsın, gerekli insanlar için bazen bazı şeyler gidebilir elden." dedim ama ne bu insanlar yanımda oldular iyileştikten sonra ne de ben toparlayabildim tek başıma.
Finale 2.5 hafta kala kalp sorunuyla acile kaldırıldıktan sonra zaten alt üst oldum. Sonrası okulda yapılan haksızlıklar, sorularımızın alt döneme yanlışlıkla sorulmasıyla havuzda kalan tüm zor sorularla yapılan sınavlar derken bendeniz sınıfta da kaldım. Ve kaldığım puan farkı sadece 2 puan...
1 aydır durmadan her gün ağlıyorum kimseye göstermeden. Elimde ne bir tutunacak dal var ne de umut. Nefes almak bile canımı yakıyor.
Ne bir tutunacak insanım var, ne kendimi idame ettirebilecek bir başarım ya da işim. Yurt dışında uzmanlık yapmak isterken ben artık bunu yapabilme şansım var mı onu bile bilmiyorum. Hayatım hayallerim kaydı, yandı. En azından sağlıklıyım yaparım bir şeyler desem o da yok. Kalp sorunları, yeni çıkan şeker hastalığım(bir o eksik gibi), aylardır canımı yakan kitlem(ki kendisinin ne olduğu hakkında bir fikrim yok), son dönemdeki ağır baş dönmelerim... Allah'a emanet yaşıyorum şu son dönem.
Sanki zifiri karanlık bir yere düşmüşüm de her tutunduğum ellerimi parçalıyor, her dayandığım beni yere vuruyormuş gibi. Bu kabus asla bitmiyormuş gibi...

Bu da benim gibi yeniden tutunmaya çalışan herkese gelsin bakalım.. Belki yürekleri bir nebze olsun serinletir...

30 Haziran 2016 Perşembe

Ne hale geldik biz...


Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki içimde... 
Uzun zamandır nefret ediyorum yaşadığım ülkeden. Midem kaldırmıyor olanları, yaşananları... Apaçık yapılan yolsuzluklar var mesela. Ki bu yaşananların en küçüğü. Para, kul hakkı bu konulara girmiyorum. Alenen ortada olan tecavüzler var ve bu noktada başlıyorum zaten delirmeye. Küçücük kız, erkek çocukları tek tek ya da topluca tacize, tecavüze uğruyor ve kimsenin umrunda değil. Cezalar yok ya da yetersiz, araştırma soruşturma desen hak getire... Her hafta şehit haberleri duyuyoruz bizim insanımız ölüyor. Sözde tüm Türkiye acı çekiyor ama iki gün sonra yeni şehit için paylaşımlar yapılıp sonra kıyafet, gezi fotoları beğenilmeye, yemek, selfie fotoğrafları paylaşılmaya devam ediliyor. Ülkemizde bombalar patlıyor, canlı bombalar. Geçen yıldan bu yana 10 tane patlama, 23 tane saldırı var. İnsanlar, masum canlar ölüyor ve kimse ama kimse almıyor sorumluluğu, ya da ben koruyamadım diyemiyor bu canları. Bu ülkeyi ne hale getirdiniz? Ne oldu benim 90'larda büyüdüğüm ülkeme?..

90'lar demişken ne güzeldi benim çocukluğumdaki çocuklar... Doyasıya oynardık bahçelerde, İstanbul sokaklarında. Oyunlarımız da ya koşuşturmacalı ya ip atlamalı ya da yakar topluydu. Bugüne bakıyorum bide. Yan apartmandaki çocuk arkadaşını dövüyor ve bağırıyor "ALLAHU EKBER DİYECEKSİN ULAN!". Bu çocuk toplasan 10 yaşında. Siz nasıl bir nesil yetiştiriyorsunuz Allah aşkına??
Şu iki gündür elimi ayağımı titreten Atatürk Havalimanı saldırısı var bide. Gece bir anda telefona sarılışım var size anlatamam. Arıyorum dayımı yanıt yok, aklım çıkacak gibi oluyor. Annemi arıyorum sonra, sesim titreyerek "Anne havalimanında saldırı olmuş, dayımın uçuşu var mıydı, ne olur yok de..." diyorum. Annem de panikle ulaşmaya çalışıyor. Dayımın bir gün önce uçuşu olduğunu öğreniyoruz yengemden, şükürler olsun ki yurt dışındaymış..
Ben onun  iyi olduğunu öğrenmek için geçirdiğim 20 dakikada aklımı yitirdim resmen. Benim babam ben 8 yaşımdayken vefat etti, dayım yaptı bir babanın yapması gereken her şeyi bana. Ben ikinci baba yerine dayımı koydum; ve o gece ikinci babamı da kaybettim sandım. Bunun nasıl bir acı olduğunu kim nasıl anlar?
Canım çok acıyor, hem de çok. Her gün yeni bir haberle boğuluyorum, her gün acı var, her gün şerefsizlik var bu ülkede. Güzel yürekli insanlar ya ölüyor ya da başkalarının haklarını savundukları için linç ediliyor, terörist ilan ediliyor. Nasıl bir b*k çukuruna dönüştük benim cidden aklım almıyor...

29 Şubat 2016 Pazartesi

Karamsar mavisi

Hayat çok garip. Bazen bir insan sizin canınızı en çok acıtan konuyu normal bir toplum sorunu gibi önünüze sunup çok basit bir şeymiş gibi en ince detaylarına inebiliyor. Siz de küçük krizler yaşamamak için kendinizi tutmakla uğraşıyorsunuz.
Ben bugün yaşadım bunu. Proje görüşmesi için gittiğimiz okulda görüştüğümüz müdür yardumcısı katıldığı konferanslar projeleri anlatırken bir anda "Mutlu Çocuklar" projesine bölge müdürlüğü yaptığından bahsetti. İstismara uğramış çocuklardaki belirtileri anlamak için öğretmen, doktor, hemşire, imam vb. gibi yerleşkenin ileri gelen insanlarını eğittiği bilgilendirdiğini anlattı. buraya kadar güzeldi kendimdeydim, fakat çocukların psikolojilerine derinlemesine girdiği ve bana "Düşünebiliyor musunuz neler yaşıyor o çocuklar?" diye sorduğunda gözlerim doldu, başım patlayacak gibi oldu. Çocukken yaşadığım iğrenç taciz olayına döndüm yeniden. "Biliyorum en iyi ben biliyorum!" diye bağırmak istedim içten içe ama onun yerine midem bulanmaya başladı. Görüşmede olduğumuz için çıkamadım, kalakaldım orada. Odanın oksijeni bitti sanki bir anda nefes almak o kadar zordu ki yavaş yavaş, sessiz sessiz çekmeye çalıştım havayı içime. Karşımda o adamı gördüm yeniden, kaçamayan 7 yaşındaki beni gördüm, küçücük kabinde sıkıştırılmış beni... Zaten kopmuşum orada. Bir ara müdür yardımcısı "Arkadaşınız aklında çok plan var sanırım güzel." dedi. Boş gözlerle baktım bir an samimiyetsiz bir gülümsemeden başkası gelmedi o an elimden. Görüşmenin sonuna kadar nasıl durduğumu bilmiyorum zaten. Çıkışta Serkan lavaboya gidince ben de kendimi lavaboya kitleyip istifra ettim bir süre. Hiperventilasyona girmemek için nefesimi tutmaya çalışıp düzelmeye çalıştım. Aynada gördüğüm benden hiç mutlu olmasam da şalımla iyice kapayıp kendimi "Eve geçmek istiyorum, tansiyonum düştü sanırım." dedim yanımdakilere. Farklılığı sezseler de pek bir şey diyemediler. Sanırım güçlü durdum ki bunun iyi bir şey olduğuna inanmak istiyorum. Tekrar görüşme olursa o adamın yanında nasıl dururum bilmiyorum. En tecrübeli ekip üyesi olduğum için beni istiyorlar pek çok şeyde, nasıl yapacağım bilmiyorum. Canım yanıyor uyuyorum. Ama böyle olmaması gerektiğini 14 yıl önceki olayda takılı kalmamam gerektiğini de biliyorum. Her zamanki gibi devam edeceğim ama bu sefer canım çok acıdı, nasıl aşacağımı tam bilmiyorum...
Bu da günün şarkısı olsun o zaman.
I've been kicked off my land at the age of sixteen
And I have no idea where else my heart could have been
I placed all my trust at the foot of this hill
And now I am sure my heart can never be still

Seal my heart and break my pride
I've nowhere to stand and now nowhere to hide

25 Şubat 2016 Perşembe

I'm back!

Uzun zamandır yazamıyordum. Samsun'da yeniden düzen oturtmaktan, koşturmaktan zaman bile bulamıyordum çünkü. Hala da zamanım yok aslında ama hazır bir boşluk bulmuşken yazayım biraz dedim.
Dönüşümden bu yana neler olduğunu kısa bir özet geçecek olursam;
Öncelikle Allah'a çok şükür annem daha iyi. Yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Sorunlarını da yavaş yavaş buluyoruz. Şimdilik araştırmalar için randevularını bekliyor kendisi. 
Ben de daha iyiyim. Hem annemle ilgili endişelerimden bir nebze sıyrıldım hem de yeni döneme çok güzel başladım. Öncelikle bir öğrenci topluluğunda 8 Mart etkinliklerini yürütmeye çalışıyoruz, prosedür ve hazırlık işlerimiz var. İkinci olarak seçmeli blokta yaptığımız proje dekanlık tarafından çok beğenildiği için onunla ilgili makale yazmaya çalışıyoruz bu da sıfırdan bir araştırma yapmamız demek. Yeni bambaşka prosedürlerle uğraşıyoruz yani. Üçüncü olarak dershane temsilciliği yapıyorum ve onun peşine de koşturuyorum biraz. Dördüncü olarak da yeni bir öğrenci topluluğu kurma teklifi aldım bugün, onun planlarıyla uğraşmaya başlayacağım kısa bir süre içinde. Sonuncu gündemim ise haftasonu kişisel gelişim eğitimlerine maruz kalacak olmam. 
Bunlar dışında hazırlıktan beri olan arkadaş grubumla bağlarımızı yeniden sıkılaştırmaya çalışıyoruz. Bildiğim ortamda sevdiğim insanlarla olmak fazlasıyla huzur veriyor bana. Birde yeni son dakika haberimiz çok yakın bir arkadaşımın bizim apartmana taşınmış olması. Fazlasıyla mutlu olsam da tek kişilik hayatımın bölünecek olması korkusunu taşıyor olmam beni fazlasıyla huzursuz ediyor. Yalnızlığa alışmak çok değişik ve çok zor bir şey. Ama bu psikolojinin detaylarına şimdilik girmiyorum. Apayrı upuzun bir konu çünkü kendisi.
Şimdilik yazımı bu kadarla bitirmek istiyorum çünkü kafamı toplayamıyorum yorgunluktan :)
Bu da günün şarkısı olsun :)

18 Şubat 2016 Perşembe

Ankara...

Son bir buçuk, iki haftadır yazmak istediğim o kadar çok şey, paylaşmak istediğim o kadar çok şey var ki.. Gezilerimi, anılarımı,fotoğraflarımı, kullandığım ürünlerin analizlerini, her şeyi anlatmak istiyorum ama her seferinde bir olay, bir acı ile yüzleşiyorum..
Tam dün keyfim yerindeyken alacaktım bilgisayarı elime, uzun uzun yazacaktım ki telefonuma "Patlama olmuş" mesajı geldi. Nerede olmuş, nasıl olmuş, kim ölmüş, kim yaralı sorularında boğulup durdum tüm gece. üzerinden 24 saatten fazla geçmesine rağmen herkesi hala arayıp soruyorum"İyi misiniz, bir yakınınıza bir şey oldu mu, herkes sağlam değil mi?" diye. Kafam allak bullak. Çok yakın bir arkadaşımın babası Deniz Komutanlığında çalışıyor ve o servislerden birindeymiş. Tek şansı başka bir mevkiye giden servise bindiği için 3 dakika ile olayı kaçırması. Ama ölen, yaralanan iş arkadaşları, aile dostları yüzünden hiç mi hiç iyi değiller... Bir arkadaşım ise Ankara'ya gezmeye gitmişti ve dün olay mahalline yakın bir yerdeymiş. Birkaç sokak arayla kurtulmuş.
Yakınlarımın ölümden ucu ucuna kurtulması içimi o kadar acıtıyor, ruhumu o kadar çok boğuyor ki anlatamam kelimelerle. Zaten ne düşündüğümü bile şu an düzgün bir kompozisyonda aktaramıyorum buraya...
Ama hissettiğim en yoğun duygu nefret sanırım, ya da kin. Bunun başımıza gelmesinden sorumlu herkesten nefret ediyorum. Bunu yapan terör örgütünden de, Türkiye'nin yönetildiği, en güvenli olması gereken bölgede bu olayın olmasına sebebiyet veren mit ve savunma bakanlığı çalışanlarından da, doğru düzgün açıklama yapmayan, sadece kınayan, "Mekanları cennet olsun inşallah" diyen devlet büyüklerinden de, olay olduğunda yine(!) çıkıp konuşmaya tenezzül etmeyen cumhurbaşkanından da nefret ediyorum. Bizi bu kanlı günlere kendi hırsları yüzünden iten yönetimden tiksiniyorum. Ve bu düzeni değiştirmek için elimden bir şey gelmemesi kahrediyor beni. Farkındalık sahibi olup da oturup durmak zorunda olmaktan daha kötü bir şey var mı acaba?
En çok da canımı sıkan şey kimsenin hiç bir sorumluluk almayacak kadar karaktersiz olması. Bakalım son 5 ayda başkentte 2 büyük patlama oldu. Bunlardan birinde 100 kişi öldü 17 Şubatta olan patlamada sayıların hala saklandığı söyleniyor. Bu patlamaların biri bir yürüyüşün ortasında, polislerin güvenlik çemberine aldığı bir alanda oldu diğeri ise askeriyenin servis aracında. Bunlar dışında Türkiye'nin en önemli şehirlerinden biri İstanbul'da, İstanbul'un göbeğinde bir patlama oldu. Bir de Diyarbakır Suruç'ta bir eylemde.. 2015 yazından bu yana 4 büyük saldırı oldu ülkemize. Ayrıca Dağlıca'da askerlere yapılan saldırıda 400 kilo mayın kullanılmıştı bunu da unutmayalım. Ama o kadar iyi çalışan bir güvenlik sistemimiz var ki bu 4 patlamayı kontrol edemedi daha öncesinde, 400 kilo mayının taşındığını göremedi. Ve bu başarılı çalışmaların arkasındaki adamlar totolarını yayarak hala o koltuklarda keyifle oturuyorlar. İnanın onların yerine ben utanıyorum. Karaktersiz insanlar sırf koltuk-para sevdasından bi taraflarını kaldırmazlarken biz güvenli bir ortamda yaşayamadığımız için "Acaba ben de bir gün patlayıp ölecek miyim? Yakınlarım sevdiklerimi bu patlamalarda kaybedecek miyim?" sorularıyla sürdürüyoruz hayatımızı.
Yaşamaya korktuğum ülkem için çalışmaya geri dönüyor ve hepinizin sağ kalmasını umuyorum, çünkü Ortadoğu'ya dönen güzel ülkemde dileyebileceğim tek dilek hayatta kalmanız...

11 Şubat 2016 Perşembe

Korkulu düşler

Bugün biri bana sorsa "Akina Şubat ayının ikinci Perşembesi olan bugün neler yaptın bakalım?" diye, vereceğim tek yanıt "Korktum, hem de çok korktum." olurdu. 
Sıradan bir güne başlamıştım aslında. Annem evdeydi sadece, kan tahlili için hastaneye gitmişti. Sonrasında beraber metroya binip kendi yollarımıza ayrıldık. O işe geçti ben arkadaşıma. Ama sabah tek küçük sıkıntı annemin baş ağrısıydı. Açlık, uykusuzluk sebep olabilir diye çok da üstüne düşmemiştik. Taa ki annem beni saat 4'te arayıp "Endişelenme ama beni hastaneye kaldırdılar." diyene kadar. Nereye götürdüklerini sorduğumda Bakırköy Dr. Sadi Konuk Hastanesinde olduğunu söyledi. Şansıma Taksim'deydim. Yoksa Anadolu yakasından nasıl karşıya geçerdim bilmiyorum.
Sorup soruşturup bindim bir otobüse gitmeye çalıştım annemin yanına. Akşam iş çıkışının trafiği ile bir saate yakın kaldım yolda. Öldüm öldüm dirildim o süreçte. 
Düşünsenize babanızı 8 yaşınızda kaybetmişsiniz ve anneniz dışında birinci derece hiçbir yakınınız yok. İkinci dereceler ise zaten ya hayatınızda yok, ya da olan sadece kendine Müslüman insanlar.
Ne yapardınız?
Ben bin bir felaket senaryosu türettim kafamdan. O bir saatlik yolda annemin başına neler gelmedi benim kurgu dünyamda.
Hastaneye vardığımda annemin tansiyonunu 20lerden 14lere düşürdüklerini öğrendim, tomografisi de temizmiş. Biraz olsun rahatladım ama hani stres sonrası anlık boşalır ya insanlar, ben de boşaldım bir anda. Arkadaşımla konuşurken başladım ağlamaya, sessiz sessiz ağladım bir köşede.
Anladım ki bazen ne kadar kızsam da, küssem de, darılsam da annem benim en ama en değerlim.


Ağlama krizim bittikten sonra şişmiş gözlerimle oturduğum yerde, bir sersemleme evresine girdim. Boş boş bakıyordum yola. Sonra birileri geldi yanımda oturan kişilere "Başınız sağ olsun." diyerek. Tabi o harap halde ilk başta ne olduğunu kavrama peşindeyken ben fark ettim ki gelen giden benim de o ailenin yakını olduğumu zannetmiş. Herkes baş sağlığı diliyor o iki kişiye, yanda bana gelince tanımadıkları için acı bir tebessümle selam verip dönüp bu kız kim dedikodusuna başlıyorlar. Cenazeden ziyade benim kim olduğum konusu trend topic oldu bir anda. Cenaze var diye gülemiyorum da tepkisiz oturuyorum; insanlar daha da meraklanıyor kim bu kız, kimi ki bu kadar yıkılmış, yazık günah diye. Sonra hadi çay içelim içiniz ısınsın diye kaldırdılar o iki kişiyi ben kalkmayınca ortaya çıktı sülaleden olmadığım. Sanırım bir ara gayrimeşru çocuk falan bile oldum.

İşin komik yanını bir kenara bırakırsak gerçekten bu akşam pek çok şeyi fark ettim hayatımda;
  • annemin değerini
  • annemden başka kimsem olmayışını
  • acil bir durumda arayacak ne akrabam ne de arkadaşım olduğunu
  • artık bir şekilde bu tarz acil durumlara hazır olmam gerektiğini


Ama şükürler olsun ki annem şu anda iyi ve ben de biraz daha rahatım psikolojik olarak.

İstanbul gezi yazım ve fotoğraflarımla daha sonra görüşmek üzere, hoşçakalın..

5 Şubat 2016 Cuma

"Filin hafızası" güzel bir kitap ya da film ismi olabilirmiş aslında
#latenightthoughts

Dünden beri küçük nefret söylemlerim var kendi içimde. Kafaları pırıl pırıl insanların yaptığı anlamsız değerlendirmeler sonucu yazdıkları salak saçma yazılar beni benden alıyor.
Bugünkü küçük değerlendirmemiz Serkan İnci üzerine. Kendisi kimdir diye sorarsanız Ekşi sözlüğün çakması olan bir sözlük sitesi İnci sözlüğün başına konmuş bir adamdır. Başına konmuş diyorum çünkü sözlük kendisine ait değil ya da yapılandırılmasında hatta en basitinden fikir aşamasında bile ortada olmayan bir insandır. Bunu rahatlıkla söylüyorum çünkü zamanında sitenin ilk altyapısını oluşturan ekipteki insanlardan biri yakın bir arkadaşım, isim vermenin de pek anlamı yok burada. Eğitim düzeyine vs girmeyeceğim çünkü Kültür üniversitesinde falan okuduğunu biliyorum ama burslu mu parayı basarak mı fikrim yok. Açıkçası merak da etmiyorum  çünkü bu kafayla ister ODTÜ'de okusun ister Harvard da pek de etkisi yok. Dedim ya kendisi emek üzerinden ekmek yiyen, İnci'yi biz kurduk diye milletin bel altı konuşmaktan başka bir halt etmediği bir sözlüğün adminliğini yapan, 9gag-4chan gibi sitelerden caps olayını fotonun altına kırmızı şeritte yazı formuna getirdiği için "Türkiye'ye capsi biz getirdik!" diye babalanan ergenin teki. Ve bu adam kalkıp mantıklı düşünmeye çalışıyor bir gün. Çıkan düşünce ise şu; "Benim vergimle okuyan doktor çok egolu." Şaşkınım sadece. Benim anam babam vergi vermiyor ben onun vergisiyle okuyorum ve o vergisini sadece ve sadece benim tıp okumam için veriyor. Mantığa bak... Azıcık kafa olsa keşke azıcık. Ben 3-4 senedir üniversiteye bir para vermiyorsam bu benim de annemin de cebinden vergi olarak paşa paşa çıkıyor zaten. Ha 4 seneden önce ise tıp fakülteleri diğer fakültelerden kat kat daha fazla harç alıyordu. Bu paralar o doktorların boğazına mı gitti?
Şaka gibi ilk gelen yorum da. Tahlil olmasa hepsi hiç. Zamanında bu bilgisayarlar yokken elde sayılırdı tüm o tahlil değerleri. Benim annem babam laboratuvarda çalıştığından biliyorum. Ben 4 yaşlarımdayken tek tek bakılırdı o kan örneklerine. günümüzden 18-20 yıl önceden söz ediyoruz çok da uzaktan değil. Ha işin komik yanı bu teknolojiler biyofizik dalı tarafından geliştiriliyor. Hem doktorlar hem fizikçiler bu işin içinde. Kimse bilgisayarcılar bize teknoloji getirsin de kullanalım derdinde değil.
Sonrasında da devam ediyor paşam dolar kuru üzerinden masraf hesaplayıp "free" eğitim alan (burada da İngilizcesi ve kültürünü konuşturuyor) bizlere karşı ezilip büzülüyormuş millet. Getirilen sağlık sisteminden bir haber olan arkadaşa ayrıca tebrikler. Doktor hasta ilişkisini Doktor- müşteri ilişkisine çeviren bir sistemimiz, öldürülen doktorlarımız, en ufak hatalarından binlerce liralık tazminat davası açmak için özelleşmiş hukuk danışmanlarının olduğu, performans değerlendirmesine tabi tutulduğumuz dönemde konuştuğu sözler ayrı bir düşünülesi. Kalkıp "nöbetçi pratisyen koktu ıyyy" diyen insanın acilde kendisine bakacak bir pratisyen araması, ondan medet umması ise ayrı ironi. Verdiği örneklere bakmak bile istemiyorum. Mustafa Koç sağlık durumunun farkında olan yine de tedbir almayan biriydi açık açık düşündüğümüzde. Atatürk ise 78 yıl öncesi sirozdan vefat etmişti. O dönemin koşullarında uygulanan tedavi, tıbbi olanakları bilemem ama hoş bir örnek değil yaklaşık 80 yıl öncesini günümüzde bir tutmak.
O kadar kızıyorum ki bu mantalitedeki insanlara. İdealist, insan sevgisi ile bu işe gönül koymuş insanların yıllarca verdiği emeği küçümseyen onları suçlayan, topluca yargılayanlara. 6 yıl eğitim al 4 yılda uzmanlık onun üstüne özel olarak bir alanda uzmanlaş yıllarca sonra biri gelsin sen benim paramla okudun sus desin. Kalksın gelsin o okusun o zaman. 4 yıllığı bitirip emek üstüne konup sonra kız götürmekle geçmiyor bizim hayatlarımız maalesef.
Şu var ki evet her doktor iyi olmayabilir, herkesin çalıştığı ortamda ters biri, ya da yetersiz biri vardır bu inkar edilemez ama bunca doktor arasındaki 3-5 kişi için bunca insana hakaret edip, yargılayıp sonrasında karşı yorum alınca engellenmek de ne derece doğru siz karar verin

Ps: kendisi Türkiyede üniversite kazanamayıp Varna-Bulgaristan'da okumuş. Çok da şaapmamak lazım sözlerini

4 Şubat 2016 Perşembe

Tarih tekerrürden mi ibaret sahi?

Şu İstanbul'a geldiğim son 5 gündür içimi derin bir korku kaplamaya başladı. Çok mutlu hatırlamadığım lise anılarım tekrardan yaşanacak gibi hissediyorum.Bu bir kuruntu diyerek teselli ediyorum kendimi ama eski bene o kadar çok benziyorum ki şu son dönem. Mesela eskisi gibi giyiniyorum, bol bol gömlek giyiyorum, şık görünmek hoşuma gidiyor o dönemlerdeki gibi.O dönemdeki saç kesimimi kullanıyorum. Lisedeki yattığım yataktayım, odadayım. Evin kokusu bile beni o döneme götürüyor her dakika. Lisedeyken kullandığım parfümüm var üstümde. Bu kokunun özdeşleştiği anılar, kişiler var o döneme dair. Ve korkuyorum çok korkuyorum. Ya aynı şeyler yeniden yaşanırsa diye. 
Lisenin son 1,5 yılı adeta eziyetti benim için. Hayatımın en mutlu dönemi dediğim zamanda en dibi görmüş, 17 yaşımda evden ayrılıp yurda çıkmış, Kadıköy'de tek başıma yaşamaya başlamış, mücadelemi tek başıma vermiştim. O yaşta ne kadar korktuğumu, güçsüz ve yorgun hissettiğimi ama dimdik ayakta durmak için de o son enerjimi nasıl kullandığımı dünmüş gibi hatırlıyorum. 5 yıl öncesi hala bana ölesiye bir acı verebilirken tekrar aynı şeyleri yaşamayı hayal bile edemiyorum.
İki gün önce Kadıköy'deyken hava kararınca bir an yurda geri dönmem gerekiyormuş gibi hissedip ölesiye korktum. Ellerim buz gibi oldu, tutacak bir el aradım ama yoktu. Kendim yine kendimi teselli ettim oracıkta, geçti bitti sen burada o hayatı yaşamıyorsun diyerek.
Bilmiyorum çok ama çok korkuyorum, yüreğimin ortasında kocaman bir sıkıntı var.
Her şeyin iyi geçmesi, bitmesi tek dileğim..

İnsanlar Hep Gider Mi?

Bugün pek çok planım vardı, yazacaklarım, söyleyeceklerim vardı. Kafamda pek çok fikir, kalbimde pek çok sevinç vardı. Vardı diyorum çünkü hepsi uçup gitti bir anda.
Nilüfer Abla vefat etti bugün.
Torunlarımdan birini sahiplendirdiğim kadın bir anda ayrıldı gitti hayatımızdan.
Bilmiyorum ne demeliyim. Sanki aklımdaki tüm cümleleri aldı biri, konuşacak kelime bulamıyorum.
Kimdi ile başlayayım o zaman
Nilüfer abla benim kedilerimi aldığım Leyla annemin arkadaşı idi. 
Elinde değnekleri ile gelmişti evime, kedi meraklısıydı. 
Konuşmuştuk uzun uzun onun da skolyozu vardı ama yanlış tedaviyle artık düzelemez bir hal almış hayatını tehlikeye atacak duruma gelmişti.
Bende Leyla ablama da güvenip kedilerden birini vermiştim ona, Bade'yi.
Çok hayat dolu bir kadındı. Çok güleç, esprili, şen şakrak... Deselerdi bana sen mi o mu daha önce gidersiniz bu dünyadan diye, ben ben giderim, Nilüfer abla daha iyi tutunuyor hayata, daha çok seviyor yaşamayı derdim.
Şimdi ama bir facebook gönderisinden öğreniyorum hayattan ayrıldığını, son yolculuğuna uğurlanacağını.
Zamanında kızardım ona aşırı dindar olmasına (sürekli yaptığı paylaşımlardan ötürü), ya da siyasi görüşüne, ya da kedimi barınağa bıraktığı için. Ama şimdi üzülüyorum çokça, ne komik şeylere kızmışım ben diye.
Hakkını helal et abla, benimki sana helal çünkü...

Pastel Day Long Lipcolor

   Dünkü alışverişimizden şu an tek deneyebildiğim rujum(annem çünkü diğerlerinin üstüne kondu biraz -.- ) Pastel Day Long Lipcolor'ı sizlerle birlikte biraz tartışayım istedim.
   Bende rujun 09 numarası var. Mat bir kırmızı ruj arıyordum uzun zamandır ve maalesef ki bulamıyordum taa ki bu ruja kadar. Rujun yapısı likit ama normal likit bir ruj gibi parlak parlak yapay renkli değil. -rujdan doğallık beklemem de ayrı ironi :D - Ruju aplikatörü ile çok rahat sürebiliyorsunuz. İlk başta parlak bir görüntü oluştursa da birkaç saniye içinde kurumaya ve matlaşmaya başlıyor. Anladığım kadarıyla zaten rujun matlığı dudağınıza yapışarak kurumasından kaynaklı. 
   Kurumuş halini konuşacak olursak çok mat ve hoş bir görüntü oluşuyor. Çoğu kişinin dediği kadifemsi görüntü olayının doğruluğunu destekliyorum. Yaaalnız şu var ki kuruyan ruj dudağınızdaki izleri de fazlasıyla belli ediyor, küçük çukurlaşmalar gibi. 
Benim rujun rengini bu kadar beğenmişken pişman olma sebeplerim var ama maalesef.
  • Dudakları aşırı kurutması.
    Bir düşünün o kurumayla dudağınızın tüm nemini alan bir yapıya sahip. Ben ki çok havasız kalacak cildim diye bb krem üstü pudra ile ton farkını kapatan biriyim, bu kurutma olayı beni çok büyük hayal kırıklığına uğrattı.
  • Temizlemenin aşırı aşırı zor olması.
    Kurumuş bir ruju çıkarmak için ekstra bir çaba göstermek gerekiyor. Ve bu benim kurumuş dudaklarımı uyuşturuyor ve yarım saate yakın kendime gelemiyorum.
  • Yemek yerken ya da normalde dudaklarımı ısırırken rujun pul pul dökülmesi.
    En büyük sıkıntılarından biri pul pul dökülmesi bence. Ya o dökülen parçalar dudağımda topaklaşıyor ya da dişime falan kırmızı lekeler halinde yapışıyor. Üst dudağımda herhangi bir sorun yokken alt dudağımın iç yarım kısmı bu şekilde dökülüyor.
   Almak isteyenler bu sorunlara rağmen düşünürlerse alsınlar. Ben bloggerlardan "Aman Allah'ım! Mükemmel bir ruj, hiçbir yerde de yok. Bulursam stoklayacağım tarzı şeyler okuduğum için beklentim aşırı yüksekti ama beklentimi karşılamadı diyebilirim.
Fiyat olarak da 18 tl civarındaydı sanırım. Aslında uygun bir ruj ama almadan önce elinizde değil dudaktaki performansına bakıp alın derim.

   Tatlış günler hepinize :)

3 Şubat 2016 Çarşamba

24 saatin yetmediği zamanlar

İstanbul maceram fazlasıyla koşturmacalı. Pazar, Salı ve Çarşamba ekstra dolu dolu geçti, yazmaya pek zamanım olmadı maalesef. Detaylıca anlatacağım ama neler oldu neler bitti :)

    Pazar günü annemin doğum günüydü öncelikle :) Ama arkadaşımla aylarca görüşemeyeceğimiz ve annemin sabah ilaç alıp dinlenmesi için sabah Kadıköy'de buluştuk tatlışımla :) "Tatlı Köşem" diye bir dükkanda oturduk Caferağa'da.Mekanı görüntülemek için buraya tık tık :)  Imm gitmek isteyenler için küçük bir mekan olmasının sevimli bir artısı var. Kalabalıklardan kaçmak için ideal diyebilirim. Suflesini denedik, sunum güzeldi ama ekstra mükemmel bir tat mıydı.. Pek de değildi aslında. Ama yinede oraya özel şeyler denenebilir, puanı fena değil :)

   Oradan çıkışta adım adım Moda sahili dolaştık, ara sokaklara girip çıkıp kedi mıncıkladık. Fazlasıyla keyifliydi lise günlerinden bu yana yanımda olan biriyle takılmak. 
Buluşma sonrasında annem ile biraz telefon modellerini inceleyip annemin doğum günü kutlaması için ananemlere geçtik. Büyük ananem çok ama çok keyiflendi. Kendisine maşallahları alalım ^^
       Pazar günü bu şekilde bitti. 

Pazartesinin yazısı zaten Küçük Prens ile ilgili :) O günüm kendime özel dinlenme günümdü :)

     Salı günü ise yine lise yıllarımdan kalma bir arkadaşımla buluştum kod adı Hobbit :P Lise 1'den bu yana sürüyor onunla da arkadaşlığımız, miniğim benim <3 

    Onunla buluşmamızın ilk yarım saatini sadece Moda'da nargileci aramakla geçirdik :) mekan için tık tık! :) Sonrasında yaklaşık 3 saat bol sohbetli bol kahkahalı bol nargileli bir oturmalı idi :) Çıkışta Moda Sahile indik, ama üzgünüm iskelenin soluna kalan sahil leş gibi kanalizasyon kokuyor canlar, yaklaşmayın uzun bir süre sorun düzelene kadar. Hele ki sevgili ile o kokuda romantizm yapmayın noooluur :)

    Çıkışta Bahariye'de bol bol yürüyüp Kekik'e girdik. Mekan fena değil ama tabaklar dolu dolu, ki o fiyata o kadar yemek çok ama çok iyi. Karşılarında Happy Moon's gibi baba bir mekan varken rekabet edebilmelerinin yegane sebebi fiyat-yemek miktarı ilişkisi bence.
Ve Salı günüm Hobbit'imle buluşmamızdan sonra dinlenme ve anne ile karşılıklı yatış, muhabbetle sona erdi :)

Bugün ise günlerden Çarşamba, saat farkı ile belki de Perşembe :)
Bugün sabaha annecik ile keyifli bir kahvaltı ile başladık. Sonrasında aile hekimimize gittik kontrole. Kendileriyle yazın çalışma imkanım olup olmadığını sordum olurumsu bir cevap aldım. Ama peşini bırakmiyciğiim! Asm çıkışı birkaç banka işini de halledip Maltepe Park'a geçtik annemle. Öncelikle Boyner'in bugün çalışan ekibinin tam bir felaket olması gerçeğini sizlerle paylaşmalıyım çünküm biz cidden çok ama çok bunaldık. Dayanamayıp çıktık hatta (zaten fiyatlarda aşırı uçuk kozmetikte hıh -.-) Ve bugünün eeeen önemli olayı sonunda yeni telefon aldık! Yani bu fotolarım Galaxy S3'ümle olan son fotolarım olacak gibi :) İphone 6S Plus ve Note 5 arasında sürekli gidip geliyordum ama nasıl olduysa bir anda Note 5 alırken buldum kendimi. Neden İphone 6S Plus değil de Samsung Note 5 derseniz, benim tercih nedenlerim;
  • Öncelikle kamerasının 4 MP gibi büyük bir kalite farkı var. Ayrıca Samsung'un kullandığı diyafram açıklığı yani f değerinin daha düşük olması daha iyi bir görüntü kalitesi sunuyordu.
  • Kalem özelliğinin, 3D touch özelliğini bence yenmesi. Kalemin kullanım etkisi benim gibi telefonundan sunum çalışan not alan biri için mükemmel denebilir. 3D touch bana belki 5-6 saniye kazandıracakken kalemle yaşayabileceğim tablet deneyimi kesinlikle daha cazipti.
  • Uzun süredir Samsung kullanıcısı olmam. Sanırım Lise 1'den bu yana Samsung kullanıyorum. Android'in olmadığı dönemlerde çok da satışı olmayan adını bile tam bilmediğim bir telefonum vardı ki kendisinin mükemmel bir ses kalitesi, internet bağlantısı ve teee 2008de 8MP'lik kameraya sahipti. 4 seneden fazla kullandım memnundum. Ama Android ya da İOS destekli bir telefon şart olunca S3e geçtim  ve 3 seneden uzun süredir de onu kullanıyorum. 2013'de Amerika'ya giderken bilgisayar bile götürmemiş tüm iletişimimi telefonum üzeriden Skype, Facebook, WhatApp gibi uygulamalarla gidermiştim ve hiçbir sorun yaşamadım o dönem. 3 sene içinde çok darbeler yese de hala dimdik telefonum.Tek sıkıntısı Android sürümü olarak geride kalması ve artık çok yavaşlaması, o kadar. Çok uzun açıkladım ama Samsung'la yıllardır seviyeli bir ilişkimiz var ve bu yüzden kendisi seviyorum.
  • Android'i İOS'dan daha işlevli bulmam. Apple biraz daha kapalı kutu bir sistem iken Android'te telefonumu istediğim gibi şekillendirmem, bir bilgisayar gibi kullanmam beni daha tatmin ediyor. Teknolojiyle pek ilgilenmem bana hazır bir sistem olsun onu kalıplar halinde yönlendirilerek kullanayım derseniz Apple is the best, amma velakin daha açık bir sistem istiyorsanız Samsung her zaman bebiştir.
  • Sunum vs için içinde powerpoint tarzı programları hazır bulundurması. İphone'da pdf formatıyla okurken Note 5'te sunumla oynayabilir bilgisayarda yaptığınız pek çok işlemi yapabilirsiniz.
  • Fiyat farkı. Benim için fiyat çok da sıkıntı değildi açıkçası, ama 1000 liralık bir uçurum da var aralarında bu inkar edilemez. İphone'un 1000 liralık farkı neyle kapattığına bakmaya çalıştığımda 3D touch dışında pek bir şey bulamadım diyebilirim. Bu yüzden Note 5 benim tercihim oldu
  • Çok küçük ayrıntı olsa da şarj süresi Note 5'te 90 dakika. Ha şu eksiği var İphone gibi şarjı 1.5 gün gitmiyor ama 1 gün dayanıyor ve çabucak şarj oluyor, eksiğini bu noktada artıya çevirmiş bence.
Şu an yeni telefonumun rengi Teknosa'da olmadığı için Cuma günü teslim alacağım. Aldığımda ayrıntılı inceleyip atarım sizlere de neleri var neleri yok diye :)


Telefon dışında bugün büyük bir kozmetik alışverişi de yaptık. CK'ın in2u parfümüne geri döndüm^^ kendisi benim için çok sevimli bir bahar/yaz kokusu, o yüzden çok mutluyum :) Bu arada in2u'un 150 mllik şişesi Boynerde 191 tl'ye indirimli satılırken(ne indirimiyse o artık) Gratis ve Watsons da 120, Rossmann'da ise 110 tl idi. Gidip kazıklanmayın yani :D Bu arada ucuz diye çakma gibi düşünmeyin, orijinal hepsi. Ben baya araştırdığım için paylaşıyorum sizinle, Gratis, Watson's gibi mağazalar çok sayıda şube bulundurduğundan sürümden kazanıyormuş, o yüzden daha indirimli satıyorlar.
Aldığımız diğer ürünler ve değerlendirmelerini ayrı ayrı yazılarla yapacağım, çünkü hem konu çok ayrı hem de çok uzun uzun yazdım :)

Bu aradaaa tabiki günün şarkısını unutmadım :) Son iki gündür aşk yaşıyoruz kendisiyle, sizler de bir dinleyin bakalım :)

Benden şimdilik bu kadar, iyi kalın, hoşça kalın :) 

1 Şubat 2016 Pazartesi

The Little Prince

<En alttaki şarkıyla okunması tavsiye edilir (^-^) >



Bugün uzun süredir izlemek istediğim ama bir türlü fırsat bulamadım Küçük Prens'i izledim.

Bendeki yeri yıllardır çok ayrı olan bir eser aslında kendisi. Yanlış hatırlamıyorsam yengem babamın ölümünden sonra vermişti Küçük Prens kitabını okumam için. Yaklaşık 8 yaşımdayken başladı ilişkimiz kendisiyle ve her sene defalarca okudum. Her okuduğumda farklı anlamlar keşfettiğim şahane bir eserdi kendisi, ki hala da öyle. Çizimleri ise ayrı bir keyif verir bana. Mutlaka her çocuğun ve yetişkinin, aslında her yaştan insanın okuması gereken dünyanın en güzel ve önemli eserlerinden biri olduğunu düşünüyorum.
Filmine gelecek olursak, filminin yapılacağını duyduğum ilk andan beri büyük hevesle bekliyordum kendisini. Fransız bir yazarın yazdığı (daha doğrusu kendisi pilot ama kitabımızın yazarı olduğu için çaktırmayalım) kitabın animasyon filmini Fransa'nın yapacak olması da beni biraz heyecanlandırmıştı. Ki ilk fragmanıyla film ne kadar başarılı bir şekilde geleceğini belli etmişti. Filme baktığımda ise konunun işlenişinde pilota eşlik eden kızımız çok hoş bir fikir olmuş bence. Kitabın teması bozulmamış, sayfalar birebir kullanılmış. Görüntüler ise şahane. Sadece klasik bir animasyonla kalmamışlar, farklı zamanları anlatırken farklı türde animasyonlar kullanılmış izledikçe farkı göreceksiniz. Küçük kız ile pilotun ilişkisi çok güzel işlenmiş bence. Küçük kızın bir sahnede "Küçük Prens'in gülü var, benimse senden başka kimsem yok" tarzı bir sözü vardı ki bu hikayenin günümüze de uyarlandığının en tatlı ip uçlarından biriydi.
Filmin bir kısmında beni hüngür hüngür ağlattığını inkar edemeyeceğim. Yılanla konuşma, Küçük Prens'in bedenini bir kabuk olarak görüp geride bırakmak istemesi her zaman beni çok etkilemişti. Bu olayı bir de bu şekilde görsel, işitsel olarak görünce daha da etkiledi beni.
Son olarak da filmde Küçük Prens hikayesinin sonunun tamamen farklı yorumlanması çok ama çok  hoştu. Filmdeki tüm ögeleri barındıran ve bize onları tek tek hatırlatıp bağlantı kurmamızı sağlayan çok hoş bir hikaye kurgulanmış.
Es geçmeden, görsellikler dışında kullanılan müzikler de harikaydı. Seçilen müziklerin fazlasıyla soft olması, pilotun yaşını ve hayat tarzını fazla fazla yansıtıyordu bize. Kesinlikle ost'unu indirip yüzlerce kez dinleyeceğime eminim
Ben filme kendi bakış açımdan 10 üzerinden 10 verdim diyebilirim :) Bende fazlasıyla yeri olan bu eseri yıllar sonra da defalarca okuyacağıma ve bu filmi izleyeceğime fazlasıyla eminim :)

Bu benim ost'tan şimdilik favori seçimim )

30 Ocak 2016 Cumartesi

Yollar alışkanlık yapar

Bugün günlerden eve dönüş günü! Sonunda evimde, İstanbul'dayım. Tek eksiğim minnak kedişlerim..
Dönüşüm küçük bir aile konvoyu ve ufak kutlamalarla şenlendirildi. Hava limanında iki arabayla karşılamaya gelmesi annem ve dayımların sanırım en tatlış hoş geldin sürpriziydi. Kuzenimin boynuma atlaması sırayla sarılışmalar... :)
Sonrasında ananelerle biraz hasret giderdik.Büyük ananemin gözlerime kocaman kocaman bakması benim için her şeye değer :)
Şimdi evde annemle keyifler peşindeyim ^^ Mutluluktan dört köşeyim :P :)
Yoğun ama az olaylı bir gündü :) Bu arada yolda tanıştığım Marmara Tıp 4deki arkadaşa selamlar :D

29 Ocak 2016 Cuma

Dertler ne kadar küçük oluyor bazen.. Dün saçım için küçük sinir krizleri geçirdiğimi görünce gülüyorum kendime. Saçım kötüyse ne olmuş? Biraz toka, biraz makyajla kendimi gene düzgün bir şeye benzetebiliyorum :)
Bilmiyorum neden ama bugün bir ruhsal aydınlanma yaşadım diyebilirim. Evden çıkarken kendime sordum "Neden bu kızgınlığın? Güzel görünmüyorsun diye mi?". Sonra devam ettim "Sen değil miydin sistemin getirdiği güzellik anlayışından nefret eden? Sen demez miydin insanlara aşılanan güzellik anlayışının günümüzde kalıp insan modelleri yarattığını ve inatla onlardan biri olmayacağını. Ne zamandan beri insanların seni güzel bulmasını bu kadar dert eder oldun?". Sonra durdum ve dedim ki "Öylesine haklısın ki iç ses, yerden göğe kadar. İki insan bana bakıp ay ne çirkin olmuş saçı dese ne olacak? Beni bu şekilde yargılayıp iki dakika sonra başkası hakkında moda yorumu yapan insanların düşüncelerine değer  mi değer vereceğim? Tabii ki hayır!". Ve nasıl olduysa aştım bu ön yargımı, korkumu bir anda.

Ve Piazza'ya gittim, kendileri buranın en büyük alışveriş merkezi olur. Anneciğimin iki gün sonra doğum günüsü olduğu için bir şeyler almak istedim, farklı bir şeyler. 
İlk önce asansörde minik bir kızla karşılaştım, down sendromluydu kendileri. Ki benim sendromlulara hele ki down sendromlularına aşırı bir sempatim var.  Marfan sendromlu olmamdan kaynaklıdır belki bu sevgi ya da sadece onların masumiyetindendir bilemiyorum :) Ona bakınca annesinin ondan biraz utandığını saklamak istediğini gördüm ve içim burkuldu açıkçası. "Bak!" dedim kendime "Bak o minik için hayat ne kadar zor senin problemlerin yanında."
Avm'den haberlere gelirsek her yerde indirim var. Faik Sönmez annemin favori mağazası olduğu için oradan aldım ben ona bir şeyler. 170 küsürlük gömleği 100e kadar indirdiler, annem için değer bence :)
Stradivarius, Pull&Bear ve bir çok mağazada 70% indirim var. Yazlık ya da kış sezonun son ürünlerine bakmak isteyenlere duyurulur. Her ne kadar sakin bir Cuma alışverişi beklesem de her yer yağmalanmıştı. Amma her sene mutlaka aldığım bir pantolonun 70ten 30a düşmesi o an orda mutluluktan ağlamamı sağladı. Arka  planda "We're the campions" şarkısıyla pantolonu hemen o giysi yığınından kurtardım! "Annene gel!" dedim o da mutlu mutlu geldi.
Watsons ve Gratis'te de bu hafta sonu güzel bi indirim var. Ama keşke Balm da da indirim olsaydı ve o matt rujlardan alabilseydim. Kimse kusura bakmasın da bi ruja 30 küsür lira para vermiycim. Öğrenciyim ben, indirim temel yaşam desteğim benim.
Ama Pastel'in indirimli ruj paletlerinden 2 nolusunu aldım. Nude renkleri seven ben için fazlasıyla farklı bi palet ama olsun, değişim iyidir iyi.
Çıkışta Starbuck'a uğradım 'Kış Lattesi' için. Yumuşak içimli, aromalı kahvelerden hoşlanıyorsanız benim gibi, mutlaka demelisiniz. Ben şahsen çok keyif aldım içerken ve ödülünü hak ettiğini tescilledim :)
Çıkışta otobüsle dönerken birine Samkartımı verdim, bakiyesi yoktu çünküm. Aynı durakta inince uzun uzun sohbet ettik :) Yardım edin arkadaşlar, her seferinde insanlar kıymet bilmiyor gibi olsa da arada böyle yüzünüzde kocaman gülümsemeler oluşturan birileri ortaya çıkıyor mutlaka :)


Bugünün görseli olarak da The Artidote'un bu paylaşımını ekliyorum. Yazının çevirisi İngilizce bilmeyenler için; "Eğer biri sizi hayatında istiyorsa, sizin için bir oda yapar. Bir yer için uğraşmanıza gerek olmamalıdır. Asla ve asla sürekli sizin değerinizi görmezden gelen birine kendinizi diretmeyin." gibi bir anlamı var. Ki bu bana çok yakın zamanda sürekli beni görmezden gelen, beni asla umursamayan bir arkadaşımla bitirdiğim arkadaşlığımı hatırlattı. İnanın samimi olan bir insan size o an yoğun olduğu için vakit ayıramıyorsa bile işi bitince ayırır o vakti, ilgiyi. Verdiği sözleri tutar mümkün olduğunda ve hissettirir size sevildiğinizi. Bunları yapamıyorsa ya kullanılıyorsunuzdur ya da hiç umursanmıyorsunuzdur. Kendinizi biraz düşünüp bu insanları hayatınızdan uzaklaştırmanın zarardan çok faydası var benden demesi :)


Bu da son temaya en güzel giden, beni Amerika'daki günlerime götüren tatlış mı tatlış bir şarkı. Keyifli dinlemeler!
Güpgüzel günler! :)

28 Ocak 2016 Perşembe

"İnsan insana bu kötülüğü yapmaz!" 
Bugün mottosu olan söz bu malesef.
Heyecan ve telaşla beklediğim sınavın kötü geçmesi başlı başına yormuşken beni, bir de başıma başka bir iş açtım. Kahkül kestirdim. Evde kendi denediğim yaptığım modelin fotoğrafını göstermişken, başkasının da değil kendi fotoğrafımı göstermişken ancak bu kadar kendime benzetilemeyen bir kahkül kesimine maruz kalabilirdim. Cidden kadının yaptığı saçı aklım almıyor. Besleme-Amelia arası bir şey oldum; ki inanın iki tiplemede de benden kat kat güzel.
Dümdüz küt gözlüklerimin üzerinde bitecek bir kahkül istemiştim. bunun yerine kaşlarımın üstünde biten kırpık kırpık iğrenç bir model oldu.
Bu felaketi yüzümden nasıl uzak tutarım nasıl bunun üstünü kapatırım bilmiyorum. En az 2-3 ayımın bu saçı toparlamakla geçecek olduğunu bilmek delirtiyor beni.

27 Ocak 2016 Çarşamba


Endişe, stres dolu bir günü sevinçli bitirmenin huzuru var içimde.
Fazlasıyla beni geren ilk pratik sınavını başarıyla vermiş bulunmaktayım ki bu benim üzerimden yarınki teorik sınav için büyük bir yük attı diyebilirim.
Tabi hiç anlamadığım istatistik, ve yüzüne zar zor baktığım büyüme gelişmenin yarın beni duvarlardan duvarlara vuracağı gerçeğini pek değiştirmiyor şu anki durumum, ama bu detaylarla kimseyi sıkmanın pek de bir anlamı yok sanırım.



Bugünün küçük önemli notlarını geçeyim kendime

  • Yakın bir arkadaşıma oturduğum apartmanda bir daire baktık, umarım kısmetse komşu olacağız kendisiyle
  • Bugün o arkadaşımla sınav sonrası güzel bir yemek ve kahve keyfi yapmamız da günün mutlu detaylarından

Bugüne dair aslında her şey bu kadar sanırım. Bol fotoğraflı, az olaylı, bol keyifli bir gün olarak geçsin kayıtlara :)


Ve günün şarkısı :)

26 Ocak 2016 Salı

Üç noktalı bir şeyler



Son dönemlerde nedense ilişki hayatımın boşluğunu fazlasıyla sorguluyorum kendimce. Gereğinden fazla kafa yorduğum bir konu oldu bu. İnsanları yargılamıyorum ama çok ama çok fazla eliyorum. Padişahın kızı değilim diyorum kendime, bir dünya güzeli falan de değil. Ne bu afra tafra git seni seven birini şıp diye kabul et işte diyorum, ne elemesiymiş bu? 
Sonra duruyorum diyorum ki beni anlamayan adamla nasıl olacak ki? Mesela film sektöründe çalışan adamla ne paylaşabilirim ben? Okuduğumu anlamayan, konuştuğumu ukalalık olarak gören ya da bilgimi paylaşamayacağım, bana bir şey öğretemeyecek katamayacak insanla nereye kadar gider? Duygularımı anlamayacak sadece sıfatla ya da bedenle ilgilenen adamla nereye kadar gider? Sadece anlık eğlencesinde olan adamla nereye kadar gider? Kalbini okuyamadığım, kalbime bakamayanla nereye kadar gider? Tutku duymadığımla nereye kadar gider?
Sorular var kafamda böyle yığınla. Yalnzlığımı birazcık kutsayan sorular; ama yine de beni yalnız bırakan sorular. 
Aman neyse zaten 40 kedili yaşlı bir teyze olarak öleceğim gerçeğini kabullendim çoktan :)
Bugünün şarkısı bu olsun

Bu da bugünün manzarası

25 Ocak 2016 Pazartesi

Unutulmuş şeyler

Kettle'da suyu kaynatıyorum kahve içeyim diye. Beklerken onu, unutuyorum ne için beklediğimi. Aradan birkaç saat geçiyor bardağımın boş olduğunu görüp yine kaynatıyorum o suyu ve yine unutuyorum.. Günde en az 5-6 kez uyguladığım bir rutin sanırım bu. 
Bir de durup uzun uzun dışarıya dalması var gözlerimin. Bomboş bir zihinle bakıyorum dakikalarca penceremdeki manzaraya. Kendime geldiğimde 20-30 dakika kaybetmiş oluyorum, kalkıyorum yine su kaynatıyorum..
Aklım nerede cidden hiç bilmiyorum. 
Yığınla birikmiş notlar ve beni bekleyen kocaman bir sınav varken bu halime bazen
tahammül edemiyorum..

Bir kar tanesi

Şafağa kaldı 3 gün..
      Bol fizyoloji çalışmalı bir günün sonunda midemden gelen sesler bir konser boyutuna ulaşınca küçük bir ara vermek zorunlu oldu. Sımsıkı giyinip, kuşanıp çıktım dışarıya. İnanılmaz bir tipi vardı Samsun'da( Hala da var da karıştırmayalım orayı). Uzun zamandır ne İstanbul'da ne Samsun'da böylesine kar görmemiş ben öyle bir keyiflendim ki.. Yarım saatlik yolu her adımın tadını çıkara çıkara 1.5 saatte gittim.
Yarı final neymiş canım dışarısı böylesine güzelken!
Çocukluğumu hatırladım sonra. Bolu'da yaşadığımız 7 ayın en güzel anılarında kar hep baş roldeydi çünkü.  Bacaklarımızın tamamen kara gömüldüğü günler, ilk kardan adamım, babamla oyunlarım. Sonrasında daha da gittim çocukluğuma 4-5 yaşındayken ananemin bahçesinde karda oynayışım, bahçedeki küçük derme çatma odadaki raflarda bekleyen rengarenk kompostolar, kutudaki biberonla beslenen bebek kuzu... Ne güzel anılar toplamışım dedim kendi kendime; ne güzel bana!..



                                            

Bu da bugünün şarkısı olsun! :) 2011den bu yana hep mutlu eder beni kendileri..

24 Ocak 2016 Pazar

Aperitif


   Hepimizin de bildiği üzere ana yemek öncesi alınan o minnak atıştırmalıklardır aperitifler. Ben de açılışıma aperitif demek istedim. 

  İlk yazım beni çok ama çok etkileyen Sergül Keto'ya olsun.


  Çok zor, ağır bir dönemden geçerken bir anda çıktı Sergül Keto karşıma, takip ettiğim blogerlardan o acı haberinin gönderisini görüp de tanıdım onu. Hiç tanımadığım, görmediğim birinin acısını bu denli paylaşabileceğimi düşünmezdim önceden. Bu acı tanışmada kendi küçük sorunlarımın ne derece anlamsız olduğunu fark edip ona yoğunlaştım sadece. Adım adım ayağa kalkma çabasını gördüm, onun her mutlu anına kendiminmişcesine sevindim. Hayat hikayesini de araştırdım bir süre, daha doğrusu hayat hikayesi karşıma çıktı demek daha doğru olur. Katıldığı programı dinledim, düşündüm bir süre, kendi yolum sözlerini, yol arkadaşlarım sözlerini, bir nevi günlük deyişini.. Ve ben de bu yola başvurmak istedim. Asla kimseye benzeme çabam yok amma beni bu yola tekrar koyan insanı da paylaşmaz isem ayıp ederdim gibi geliyor.

  Pek sevdiğim mavi ve ona çalan düşlerim nereye kadar gidecek bakalım..

Sevgilerle..