29 Şubat 2016 Pazartesi

Karamsar mavisi

Hayat çok garip. Bazen bir insan sizin canınızı en çok acıtan konuyu normal bir toplum sorunu gibi önünüze sunup çok basit bir şeymiş gibi en ince detaylarına inebiliyor. Siz de küçük krizler yaşamamak için kendinizi tutmakla uğraşıyorsunuz.
Ben bugün yaşadım bunu. Proje görüşmesi için gittiğimiz okulda görüştüğümüz müdür yardumcısı katıldığı konferanslar projeleri anlatırken bir anda "Mutlu Çocuklar" projesine bölge müdürlüğü yaptığından bahsetti. İstismara uğramış çocuklardaki belirtileri anlamak için öğretmen, doktor, hemşire, imam vb. gibi yerleşkenin ileri gelen insanlarını eğittiği bilgilendirdiğini anlattı. buraya kadar güzeldi kendimdeydim, fakat çocukların psikolojilerine derinlemesine girdiği ve bana "Düşünebiliyor musunuz neler yaşıyor o çocuklar?" diye sorduğunda gözlerim doldu, başım patlayacak gibi oldu. Çocukken yaşadığım iğrenç taciz olayına döndüm yeniden. "Biliyorum en iyi ben biliyorum!" diye bağırmak istedim içten içe ama onun yerine midem bulanmaya başladı. Görüşmede olduğumuz için çıkamadım, kalakaldım orada. Odanın oksijeni bitti sanki bir anda nefes almak o kadar zordu ki yavaş yavaş, sessiz sessiz çekmeye çalıştım havayı içime. Karşımda o adamı gördüm yeniden, kaçamayan 7 yaşındaki beni gördüm, küçücük kabinde sıkıştırılmış beni... Zaten kopmuşum orada. Bir ara müdür yardımcısı "Arkadaşınız aklında çok plan var sanırım güzel." dedi. Boş gözlerle baktım bir an samimiyetsiz bir gülümsemeden başkası gelmedi o an elimden. Görüşmenin sonuna kadar nasıl durduğumu bilmiyorum zaten. Çıkışta Serkan lavaboya gidince ben de kendimi lavaboya kitleyip istifra ettim bir süre. Hiperventilasyona girmemek için nefesimi tutmaya çalışıp düzelmeye çalıştım. Aynada gördüğüm benden hiç mutlu olmasam da şalımla iyice kapayıp kendimi "Eve geçmek istiyorum, tansiyonum düştü sanırım." dedim yanımdakilere. Farklılığı sezseler de pek bir şey diyemediler. Sanırım güçlü durdum ki bunun iyi bir şey olduğuna inanmak istiyorum. Tekrar görüşme olursa o adamın yanında nasıl dururum bilmiyorum. En tecrübeli ekip üyesi olduğum için beni istiyorlar pek çok şeyde, nasıl yapacağım bilmiyorum. Canım yanıyor uyuyorum. Ama böyle olmaması gerektiğini 14 yıl önceki olayda takılı kalmamam gerektiğini de biliyorum. Her zamanki gibi devam edeceğim ama bu sefer canım çok acıdı, nasıl aşacağımı tam bilmiyorum...
Bu da günün şarkısı olsun o zaman.
I've been kicked off my land at the age of sixteen
And I have no idea where else my heart could have been
I placed all my trust at the foot of this hill
And now I am sure my heart can never be still

Seal my heart and break my pride
I've nowhere to stand and now nowhere to hide

25 Şubat 2016 Perşembe

I'm back!

Uzun zamandır yazamıyordum. Samsun'da yeniden düzen oturtmaktan, koşturmaktan zaman bile bulamıyordum çünkü. Hala da zamanım yok aslında ama hazır bir boşluk bulmuşken yazayım biraz dedim.
Dönüşümden bu yana neler olduğunu kısa bir özet geçecek olursam;
Öncelikle Allah'a çok şükür annem daha iyi. Yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Sorunlarını da yavaş yavaş buluyoruz. Şimdilik araştırmalar için randevularını bekliyor kendisi. 
Ben de daha iyiyim. Hem annemle ilgili endişelerimden bir nebze sıyrıldım hem de yeni döneme çok güzel başladım. Öncelikle bir öğrenci topluluğunda 8 Mart etkinliklerini yürütmeye çalışıyoruz, prosedür ve hazırlık işlerimiz var. İkinci olarak seçmeli blokta yaptığımız proje dekanlık tarafından çok beğenildiği için onunla ilgili makale yazmaya çalışıyoruz bu da sıfırdan bir araştırma yapmamız demek. Yeni bambaşka prosedürlerle uğraşıyoruz yani. Üçüncü olarak dershane temsilciliği yapıyorum ve onun peşine de koşturuyorum biraz. Dördüncü olarak da yeni bir öğrenci topluluğu kurma teklifi aldım bugün, onun planlarıyla uğraşmaya başlayacağım kısa bir süre içinde. Sonuncu gündemim ise haftasonu kişisel gelişim eğitimlerine maruz kalacak olmam. 
Bunlar dışında hazırlıktan beri olan arkadaş grubumla bağlarımızı yeniden sıkılaştırmaya çalışıyoruz. Bildiğim ortamda sevdiğim insanlarla olmak fazlasıyla huzur veriyor bana. Birde yeni son dakika haberimiz çok yakın bir arkadaşımın bizim apartmana taşınmış olması. Fazlasıyla mutlu olsam da tek kişilik hayatımın bölünecek olması korkusunu taşıyor olmam beni fazlasıyla huzursuz ediyor. Yalnızlığa alışmak çok değişik ve çok zor bir şey. Ama bu psikolojinin detaylarına şimdilik girmiyorum. Apayrı upuzun bir konu çünkü kendisi.
Şimdilik yazımı bu kadarla bitirmek istiyorum çünkü kafamı toplayamıyorum yorgunluktan :)
Bu da günün şarkısı olsun :)

18 Şubat 2016 Perşembe

Ankara...

Son bir buçuk, iki haftadır yazmak istediğim o kadar çok şey, paylaşmak istediğim o kadar çok şey var ki.. Gezilerimi, anılarımı,fotoğraflarımı, kullandığım ürünlerin analizlerini, her şeyi anlatmak istiyorum ama her seferinde bir olay, bir acı ile yüzleşiyorum..
Tam dün keyfim yerindeyken alacaktım bilgisayarı elime, uzun uzun yazacaktım ki telefonuma "Patlama olmuş" mesajı geldi. Nerede olmuş, nasıl olmuş, kim ölmüş, kim yaralı sorularında boğulup durdum tüm gece. üzerinden 24 saatten fazla geçmesine rağmen herkesi hala arayıp soruyorum"İyi misiniz, bir yakınınıza bir şey oldu mu, herkes sağlam değil mi?" diye. Kafam allak bullak. Çok yakın bir arkadaşımın babası Deniz Komutanlığında çalışıyor ve o servislerden birindeymiş. Tek şansı başka bir mevkiye giden servise bindiği için 3 dakika ile olayı kaçırması. Ama ölen, yaralanan iş arkadaşları, aile dostları yüzünden hiç mi hiç iyi değiller... Bir arkadaşım ise Ankara'ya gezmeye gitmişti ve dün olay mahalline yakın bir yerdeymiş. Birkaç sokak arayla kurtulmuş.
Yakınlarımın ölümden ucu ucuna kurtulması içimi o kadar acıtıyor, ruhumu o kadar çok boğuyor ki anlatamam kelimelerle. Zaten ne düşündüğümü bile şu an düzgün bir kompozisyonda aktaramıyorum buraya...
Ama hissettiğim en yoğun duygu nefret sanırım, ya da kin. Bunun başımıza gelmesinden sorumlu herkesten nefret ediyorum. Bunu yapan terör örgütünden de, Türkiye'nin yönetildiği, en güvenli olması gereken bölgede bu olayın olmasına sebebiyet veren mit ve savunma bakanlığı çalışanlarından da, doğru düzgün açıklama yapmayan, sadece kınayan, "Mekanları cennet olsun inşallah" diyen devlet büyüklerinden de, olay olduğunda yine(!) çıkıp konuşmaya tenezzül etmeyen cumhurbaşkanından da nefret ediyorum. Bizi bu kanlı günlere kendi hırsları yüzünden iten yönetimden tiksiniyorum. Ve bu düzeni değiştirmek için elimden bir şey gelmemesi kahrediyor beni. Farkındalık sahibi olup da oturup durmak zorunda olmaktan daha kötü bir şey var mı acaba?
En çok da canımı sıkan şey kimsenin hiç bir sorumluluk almayacak kadar karaktersiz olması. Bakalım son 5 ayda başkentte 2 büyük patlama oldu. Bunlardan birinde 100 kişi öldü 17 Şubatta olan patlamada sayıların hala saklandığı söyleniyor. Bu patlamaların biri bir yürüyüşün ortasında, polislerin güvenlik çemberine aldığı bir alanda oldu diğeri ise askeriyenin servis aracında. Bunlar dışında Türkiye'nin en önemli şehirlerinden biri İstanbul'da, İstanbul'un göbeğinde bir patlama oldu. Bir de Diyarbakır Suruç'ta bir eylemde.. 2015 yazından bu yana 4 büyük saldırı oldu ülkemize. Ayrıca Dağlıca'da askerlere yapılan saldırıda 400 kilo mayın kullanılmıştı bunu da unutmayalım. Ama o kadar iyi çalışan bir güvenlik sistemimiz var ki bu 4 patlamayı kontrol edemedi daha öncesinde, 400 kilo mayının taşındığını göremedi. Ve bu başarılı çalışmaların arkasındaki adamlar totolarını yayarak hala o koltuklarda keyifle oturuyorlar. İnanın onların yerine ben utanıyorum. Karaktersiz insanlar sırf koltuk-para sevdasından bi taraflarını kaldırmazlarken biz güvenli bir ortamda yaşayamadığımız için "Acaba ben de bir gün patlayıp ölecek miyim? Yakınlarım sevdiklerimi bu patlamalarda kaybedecek miyim?" sorularıyla sürdürüyoruz hayatımızı.
Yaşamaya korktuğum ülkem için çalışmaya geri dönüyor ve hepinizin sağ kalmasını umuyorum, çünkü Ortadoğu'ya dönen güzel ülkemde dileyebileceğim tek dilek hayatta kalmanız...

11 Şubat 2016 Perşembe

Korkulu düşler

Bugün biri bana sorsa "Akina Şubat ayının ikinci Perşembesi olan bugün neler yaptın bakalım?" diye, vereceğim tek yanıt "Korktum, hem de çok korktum." olurdu. 
Sıradan bir güne başlamıştım aslında. Annem evdeydi sadece, kan tahlili için hastaneye gitmişti. Sonrasında beraber metroya binip kendi yollarımıza ayrıldık. O işe geçti ben arkadaşıma. Ama sabah tek küçük sıkıntı annemin baş ağrısıydı. Açlık, uykusuzluk sebep olabilir diye çok da üstüne düşmemiştik. Taa ki annem beni saat 4'te arayıp "Endişelenme ama beni hastaneye kaldırdılar." diyene kadar. Nereye götürdüklerini sorduğumda Bakırköy Dr. Sadi Konuk Hastanesinde olduğunu söyledi. Şansıma Taksim'deydim. Yoksa Anadolu yakasından nasıl karşıya geçerdim bilmiyorum.
Sorup soruşturup bindim bir otobüse gitmeye çalıştım annemin yanına. Akşam iş çıkışının trafiği ile bir saate yakın kaldım yolda. Öldüm öldüm dirildim o süreçte. 
Düşünsenize babanızı 8 yaşınızda kaybetmişsiniz ve anneniz dışında birinci derece hiçbir yakınınız yok. İkinci dereceler ise zaten ya hayatınızda yok, ya da olan sadece kendine Müslüman insanlar.
Ne yapardınız?
Ben bin bir felaket senaryosu türettim kafamdan. O bir saatlik yolda annemin başına neler gelmedi benim kurgu dünyamda.
Hastaneye vardığımda annemin tansiyonunu 20lerden 14lere düşürdüklerini öğrendim, tomografisi de temizmiş. Biraz olsun rahatladım ama hani stres sonrası anlık boşalır ya insanlar, ben de boşaldım bir anda. Arkadaşımla konuşurken başladım ağlamaya, sessiz sessiz ağladım bir köşede.
Anladım ki bazen ne kadar kızsam da, küssem de, darılsam da annem benim en ama en değerlim.


Ağlama krizim bittikten sonra şişmiş gözlerimle oturduğum yerde, bir sersemleme evresine girdim. Boş boş bakıyordum yola. Sonra birileri geldi yanımda oturan kişilere "Başınız sağ olsun." diyerek. Tabi o harap halde ilk başta ne olduğunu kavrama peşindeyken ben fark ettim ki gelen giden benim de o ailenin yakını olduğumu zannetmiş. Herkes baş sağlığı diliyor o iki kişiye, yanda bana gelince tanımadıkları için acı bir tebessümle selam verip dönüp bu kız kim dedikodusuna başlıyorlar. Cenazeden ziyade benim kim olduğum konusu trend topic oldu bir anda. Cenaze var diye gülemiyorum da tepkisiz oturuyorum; insanlar daha da meraklanıyor kim bu kız, kimi ki bu kadar yıkılmış, yazık günah diye. Sonra hadi çay içelim içiniz ısınsın diye kaldırdılar o iki kişiyi ben kalkmayınca ortaya çıktı sülaleden olmadığım. Sanırım bir ara gayrimeşru çocuk falan bile oldum.

İşin komik yanını bir kenara bırakırsak gerçekten bu akşam pek çok şeyi fark ettim hayatımda;
  • annemin değerini
  • annemden başka kimsem olmayışını
  • acil bir durumda arayacak ne akrabam ne de arkadaşım olduğunu
  • artık bir şekilde bu tarz acil durumlara hazır olmam gerektiğini


Ama şükürler olsun ki annem şu anda iyi ve ben de biraz daha rahatım psikolojik olarak.

İstanbul gezi yazım ve fotoğraflarımla daha sonra görüşmek üzere, hoşçakalın..

5 Şubat 2016 Cuma

"Filin hafızası" güzel bir kitap ya da film ismi olabilirmiş aslında
#latenightthoughts

Dünden beri küçük nefret söylemlerim var kendi içimde. Kafaları pırıl pırıl insanların yaptığı anlamsız değerlendirmeler sonucu yazdıkları salak saçma yazılar beni benden alıyor.
Bugünkü küçük değerlendirmemiz Serkan İnci üzerine. Kendisi kimdir diye sorarsanız Ekşi sözlüğün çakması olan bir sözlük sitesi İnci sözlüğün başına konmuş bir adamdır. Başına konmuş diyorum çünkü sözlük kendisine ait değil ya da yapılandırılmasında hatta en basitinden fikir aşamasında bile ortada olmayan bir insandır. Bunu rahatlıkla söylüyorum çünkü zamanında sitenin ilk altyapısını oluşturan ekipteki insanlardan biri yakın bir arkadaşım, isim vermenin de pek anlamı yok burada. Eğitim düzeyine vs girmeyeceğim çünkü Kültür üniversitesinde falan okuduğunu biliyorum ama burslu mu parayı basarak mı fikrim yok. Açıkçası merak da etmiyorum  çünkü bu kafayla ister ODTÜ'de okusun ister Harvard da pek de etkisi yok. Dedim ya kendisi emek üzerinden ekmek yiyen, İnci'yi biz kurduk diye milletin bel altı konuşmaktan başka bir halt etmediği bir sözlüğün adminliğini yapan, 9gag-4chan gibi sitelerden caps olayını fotonun altına kırmızı şeritte yazı formuna getirdiği için "Türkiye'ye capsi biz getirdik!" diye babalanan ergenin teki. Ve bu adam kalkıp mantıklı düşünmeye çalışıyor bir gün. Çıkan düşünce ise şu; "Benim vergimle okuyan doktor çok egolu." Şaşkınım sadece. Benim anam babam vergi vermiyor ben onun vergisiyle okuyorum ve o vergisini sadece ve sadece benim tıp okumam için veriyor. Mantığa bak... Azıcık kafa olsa keşke azıcık. Ben 3-4 senedir üniversiteye bir para vermiyorsam bu benim de annemin de cebinden vergi olarak paşa paşa çıkıyor zaten. Ha 4 seneden önce ise tıp fakülteleri diğer fakültelerden kat kat daha fazla harç alıyordu. Bu paralar o doktorların boğazına mı gitti?
Şaka gibi ilk gelen yorum da. Tahlil olmasa hepsi hiç. Zamanında bu bilgisayarlar yokken elde sayılırdı tüm o tahlil değerleri. Benim annem babam laboratuvarda çalıştığından biliyorum. Ben 4 yaşlarımdayken tek tek bakılırdı o kan örneklerine. günümüzden 18-20 yıl önceden söz ediyoruz çok da uzaktan değil. Ha işin komik yanı bu teknolojiler biyofizik dalı tarafından geliştiriliyor. Hem doktorlar hem fizikçiler bu işin içinde. Kimse bilgisayarcılar bize teknoloji getirsin de kullanalım derdinde değil.
Sonrasında da devam ediyor paşam dolar kuru üzerinden masraf hesaplayıp "free" eğitim alan (burada da İngilizcesi ve kültürünü konuşturuyor) bizlere karşı ezilip büzülüyormuş millet. Getirilen sağlık sisteminden bir haber olan arkadaşa ayrıca tebrikler. Doktor hasta ilişkisini Doktor- müşteri ilişkisine çeviren bir sistemimiz, öldürülen doktorlarımız, en ufak hatalarından binlerce liralık tazminat davası açmak için özelleşmiş hukuk danışmanlarının olduğu, performans değerlendirmesine tabi tutulduğumuz dönemde konuştuğu sözler ayrı bir düşünülesi. Kalkıp "nöbetçi pratisyen koktu ıyyy" diyen insanın acilde kendisine bakacak bir pratisyen araması, ondan medet umması ise ayrı ironi. Verdiği örneklere bakmak bile istemiyorum. Mustafa Koç sağlık durumunun farkında olan yine de tedbir almayan biriydi açık açık düşündüğümüzde. Atatürk ise 78 yıl öncesi sirozdan vefat etmişti. O dönemin koşullarında uygulanan tedavi, tıbbi olanakları bilemem ama hoş bir örnek değil yaklaşık 80 yıl öncesini günümüzde bir tutmak.
O kadar kızıyorum ki bu mantalitedeki insanlara. İdealist, insan sevgisi ile bu işe gönül koymuş insanların yıllarca verdiği emeği küçümseyen onları suçlayan, topluca yargılayanlara. 6 yıl eğitim al 4 yılda uzmanlık onun üstüne özel olarak bir alanda uzmanlaş yıllarca sonra biri gelsin sen benim paramla okudun sus desin. Kalksın gelsin o okusun o zaman. 4 yıllığı bitirip emek üstüne konup sonra kız götürmekle geçmiyor bizim hayatlarımız maalesef.
Şu var ki evet her doktor iyi olmayabilir, herkesin çalıştığı ortamda ters biri, ya da yetersiz biri vardır bu inkar edilemez ama bunca doktor arasındaki 3-5 kişi için bunca insana hakaret edip, yargılayıp sonrasında karşı yorum alınca engellenmek de ne derece doğru siz karar verin

Ps: kendisi Türkiyede üniversite kazanamayıp Varna-Bulgaristan'da okumuş. Çok da şaapmamak lazım sözlerini

4 Şubat 2016 Perşembe

Tarih tekerrürden mi ibaret sahi?

Şu İstanbul'a geldiğim son 5 gündür içimi derin bir korku kaplamaya başladı. Çok mutlu hatırlamadığım lise anılarım tekrardan yaşanacak gibi hissediyorum.Bu bir kuruntu diyerek teselli ediyorum kendimi ama eski bene o kadar çok benziyorum ki şu son dönem. Mesela eskisi gibi giyiniyorum, bol bol gömlek giyiyorum, şık görünmek hoşuma gidiyor o dönemlerdeki gibi.O dönemdeki saç kesimimi kullanıyorum. Lisedeki yattığım yataktayım, odadayım. Evin kokusu bile beni o döneme götürüyor her dakika. Lisedeyken kullandığım parfümüm var üstümde. Bu kokunun özdeşleştiği anılar, kişiler var o döneme dair. Ve korkuyorum çok korkuyorum. Ya aynı şeyler yeniden yaşanırsa diye. 
Lisenin son 1,5 yılı adeta eziyetti benim için. Hayatımın en mutlu dönemi dediğim zamanda en dibi görmüş, 17 yaşımda evden ayrılıp yurda çıkmış, Kadıköy'de tek başıma yaşamaya başlamış, mücadelemi tek başıma vermiştim. O yaşta ne kadar korktuğumu, güçsüz ve yorgun hissettiğimi ama dimdik ayakta durmak için de o son enerjimi nasıl kullandığımı dünmüş gibi hatırlıyorum. 5 yıl öncesi hala bana ölesiye bir acı verebilirken tekrar aynı şeyleri yaşamayı hayal bile edemiyorum.
İki gün önce Kadıköy'deyken hava kararınca bir an yurda geri dönmem gerekiyormuş gibi hissedip ölesiye korktum. Ellerim buz gibi oldu, tutacak bir el aradım ama yoktu. Kendim yine kendimi teselli ettim oracıkta, geçti bitti sen burada o hayatı yaşamıyorsun diyerek.
Bilmiyorum çok ama çok korkuyorum, yüreğimin ortasında kocaman bir sıkıntı var.
Her şeyin iyi geçmesi, bitmesi tek dileğim..

İnsanlar Hep Gider Mi?

Bugün pek çok planım vardı, yazacaklarım, söyleyeceklerim vardı. Kafamda pek çok fikir, kalbimde pek çok sevinç vardı. Vardı diyorum çünkü hepsi uçup gitti bir anda.
Nilüfer Abla vefat etti bugün.
Torunlarımdan birini sahiplendirdiğim kadın bir anda ayrıldı gitti hayatımızdan.
Bilmiyorum ne demeliyim. Sanki aklımdaki tüm cümleleri aldı biri, konuşacak kelime bulamıyorum.
Kimdi ile başlayayım o zaman
Nilüfer abla benim kedilerimi aldığım Leyla annemin arkadaşı idi. 
Elinde değnekleri ile gelmişti evime, kedi meraklısıydı. 
Konuşmuştuk uzun uzun onun da skolyozu vardı ama yanlış tedaviyle artık düzelemez bir hal almış hayatını tehlikeye atacak duruma gelmişti.
Bende Leyla ablama da güvenip kedilerden birini vermiştim ona, Bade'yi.
Çok hayat dolu bir kadındı. Çok güleç, esprili, şen şakrak... Deselerdi bana sen mi o mu daha önce gidersiniz bu dünyadan diye, ben ben giderim, Nilüfer abla daha iyi tutunuyor hayata, daha çok seviyor yaşamayı derdim.
Şimdi ama bir facebook gönderisinden öğreniyorum hayattan ayrıldığını, son yolculuğuna uğurlanacağını.
Zamanında kızardım ona aşırı dindar olmasına (sürekli yaptığı paylaşımlardan ötürü), ya da siyasi görüşüne, ya da kedimi barınağa bıraktığı için. Ama şimdi üzülüyorum çokça, ne komik şeylere kızmışım ben diye.
Hakkını helal et abla, benimki sana helal çünkü...

Pastel Day Long Lipcolor

   Dünkü alışverişimizden şu an tek deneyebildiğim rujum(annem çünkü diğerlerinin üstüne kondu biraz -.- ) Pastel Day Long Lipcolor'ı sizlerle birlikte biraz tartışayım istedim.
   Bende rujun 09 numarası var. Mat bir kırmızı ruj arıyordum uzun zamandır ve maalesef ki bulamıyordum taa ki bu ruja kadar. Rujun yapısı likit ama normal likit bir ruj gibi parlak parlak yapay renkli değil. -rujdan doğallık beklemem de ayrı ironi :D - Ruju aplikatörü ile çok rahat sürebiliyorsunuz. İlk başta parlak bir görüntü oluştursa da birkaç saniye içinde kurumaya ve matlaşmaya başlıyor. Anladığım kadarıyla zaten rujun matlığı dudağınıza yapışarak kurumasından kaynaklı. 
   Kurumuş halini konuşacak olursak çok mat ve hoş bir görüntü oluşuyor. Çoğu kişinin dediği kadifemsi görüntü olayının doğruluğunu destekliyorum. Yaaalnız şu var ki kuruyan ruj dudağınızdaki izleri de fazlasıyla belli ediyor, küçük çukurlaşmalar gibi. 
Benim rujun rengini bu kadar beğenmişken pişman olma sebeplerim var ama maalesef.
  • Dudakları aşırı kurutması.
    Bir düşünün o kurumayla dudağınızın tüm nemini alan bir yapıya sahip. Ben ki çok havasız kalacak cildim diye bb krem üstü pudra ile ton farkını kapatan biriyim, bu kurutma olayı beni çok büyük hayal kırıklığına uğrattı.
  • Temizlemenin aşırı aşırı zor olması.
    Kurumuş bir ruju çıkarmak için ekstra bir çaba göstermek gerekiyor. Ve bu benim kurumuş dudaklarımı uyuşturuyor ve yarım saate yakın kendime gelemiyorum.
  • Yemek yerken ya da normalde dudaklarımı ısırırken rujun pul pul dökülmesi.
    En büyük sıkıntılarından biri pul pul dökülmesi bence. Ya o dökülen parçalar dudağımda topaklaşıyor ya da dişime falan kırmızı lekeler halinde yapışıyor. Üst dudağımda herhangi bir sorun yokken alt dudağımın iç yarım kısmı bu şekilde dökülüyor.
   Almak isteyenler bu sorunlara rağmen düşünürlerse alsınlar. Ben bloggerlardan "Aman Allah'ım! Mükemmel bir ruj, hiçbir yerde de yok. Bulursam stoklayacağım tarzı şeyler okuduğum için beklentim aşırı yüksekti ama beklentimi karşılamadı diyebilirim.
Fiyat olarak da 18 tl civarındaydı sanırım. Aslında uygun bir ruj ama almadan önce elinizde değil dudaktaki performansına bakıp alın derim.

   Tatlış günler hepinize :)

3 Şubat 2016 Çarşamba

24 saatin yetmediği zamanlar

İstanbul maceram fazlasıyla koşturmacalı. Pazar, Salı ve Çarşamba ekstra dolu dolu geçti, yazmaya pek zamanım olmadı maalesef. Detaylıca anlatacağım ama neler oldu neler bitti :)

    Pazar günü annemin doğum günüydü öncelikle :) Ama arkadaşımla aylarca görüşemeyeceğimiz ve annemin sabah ilaç alıp dinlenmesi için sabah Kadıköy'de buluştuk tatlışımla :) "Tatlı Köşem" diye bir dükkanda oturduk Caferağa'da.Mekanı görüntülemek için buraya tık tık :)  Imm gitmek isteyenler için küçük bir mekan olmasının sevimli bir artısı var. Kalabalıklardan kaçmak için ideal diyebilirim. Suflesini denedik, sunum güzeldi ama ekstra mükemmel bir tat mıydı.. Pek de değildi aslında. Ama yinede oraya özel şeyler denenebilir, puanı fena değil :)

   Oradan çıkışta adım adım Moda sahili dolaştık, ara sokaklara girip çıkıp kedi mıncıkladık. Fazlasıyla keyifliydi lise günlerinden bu yana yanımda olan biriyle takılmak. 
Buluşma sonrasında annem ile biraz telefon modellerini inceleyip annemin doğum günü kutlaması için ananemlere geçtik. Büyük ananem çok ama çok keyiflendi. Kendisine maşallahları alalım ^^
       Pazar günü bu şekilde bitti. 

Pazartesinin yazısı zaten Küçük Prens ile ilgili :) O günüm kendime özel dinlenme günümdü :)

     Salı günü ise yine lise yıllarımdan kalma bir arkadaşımla buluştum kod adı Hobbit :P Lise 1'den bu yana sürüyor onunla da arkadaşlığımız, miniğim benim <3 

    Onunla buluşmamızın ilk yarım saatini sadece Moda'da nargileci aramakla geçirdik :) mekan için tık tık! :) Sonrasında yaklaşık 3 saat bol sohbetli bol kahkahalı bol nargileli bir oturmalı idi :) Çıkışta Moda Sahile indik, ama üzgünüm iskelenin soluna kalan sahil leş gibi kanalizasyon kokuyor canlar, yaklaşmayın uzun bir süre sorun düzelene kadar. Hele ki sevgili ile o kokuda romantizm yapmayın noooluur :)

    Çıkışta Bahariye'de bol bol yürüyüp Kekik'e girdik. Mekan fena değil ama tabaklar dolu dolu, ki o fiyata o kadar yemek çok ama çok iyi. Karşılarında Happy Moon's gibi baba bir mekan varken rekabet edebilmelerinin yegane sebebi fiyat-yemek miktarı ilişkisi bence.
Ve Salı günüm Hobbit'imle buluşmamızdan sonra dinlenme ve anne ile karşılıklı yatış, muhabbetle sona erdi :)

Bugün ise günlerden Çarşamba, saat farkı ile belki de Perşembe :)
Bugün sabaha annecik ile keyifli bir kahvaltı ile başladık. Sonrasında aile hekimimize gittik kontrole. Kendileriyle yazın çalışma imkanım olup olmadığını sordum olurumsu bir cevap aldım. Ama peşini bırakmiyciğiim! Asm çıkışı birkaç banka işini de halledip Maltepe Park'a geçtik annemle. Öncelikle Boyner'in bugün çalışan ekibinin tam bir felaket olması gerçeğini sizlerle paylaşmalıyım çünküm biz cidden çok ama çok bunaldık. Dayanamayıp çıktık hatta (zaten fiyatlarda aşırı uçuk kozmetikte hıh -.-) Ve bugünün eeeen önemli olayı sonunda yeni telefon aldık! Yani bu fotolarım Galaxy S3'ümle olan son fotolarım olacak gibi :) İphone 6S Plus ve Note 5 arasında sürekli gidip geliyordum ama nasıl olduysa bir anda Note 5 alırken buldum kendimi. Neden İphone 6S Plus değil de Samsung Note 5 derseniz, benim tercih nedenlerim;
  • Öncelikle kamerasının 4 MP gibi büyük bir kalite farkı var. Ayrıca Samsung'un kullandığı diyafram açıklığı yani f değerinin daha düşük olması daha iyi bir görüntü kalitesi sunuyordu.
  • Kalem özelliğinin, 3D touch özelliğini bence yenmesi. Kalemin kullanım etkisi benim gibi telefonundan sunum çalışan not alan biri için mükemmel denebilir. 3D touch bana belki 5-6 saniye kazandıracakken kalemle yaşayabileceğim tablet deneyimi kesinlikle daha cazipti.
  • Uzun süredir Samsung kullanıcısı olmam. Sanırım Lise 1'den bu yana Samsung kullanıyorum. Android'in olmadığı dönemlerde çok da satışı olmayan adını bile tam bilmediğim bir telefonum vardı ki kendisinin mükemmel bir ses kalitesi, internet bağlantısı ve teee 2008de 8MP'lik kameraya sahipti. 4 seneden fazla kullandım memnundum. Ama Android ya da İOS destekli bir telefon şart olunca S3e geçtim  ve 3 seneden uzun süredir de onu kullanıyorum. 2013'de Amerika'ya giderken bilgisayar bile götürmemiş tüm iletişimimi telefonum üzeriden Skype, Facebook, WhatApp gibi uygulamalarla gidermiştim ve hiçbir sorun yaşamadım o dönem. 3 sene içinde çok darbeler yese de hala dimdik telefonum.Tek sıkıntısı Android sürümü olarak geride kalması ve artık çok yavaşlaması, o kadar. Çok uzun açıkladım ama Samsung'la yıllardır seviyeli bir ilişkimiz var ve bu yüzden kendisi seviyorum.
  • Android'i İOS'dan daha işlevli bulmam. Apple biraz daha kapalı kutu bir sistem iken Android'te telefonumu istediğim gibi şekillendirmem, bir bilgisayar gibi kullanmam beni daha tatmin ediyor. Teknolojiyle pek ilgilenmem bana hazır bir sistem olsun onu kalıplar halinde yönlendirilerek kullanayım derseniz Apple is the best, amma velakin daha açık bir sistem istiyorsanız Samsung her zaman bebiştir.
  • Sunum vs için içinde powerpoint tarzı programları hazır bulundurması. İphone'da pdf formatıyla okurken Note 5'te sunumla oynayabilir bilgisayarda yaptığınız pek çok işlemi yapabilirsiniz.
  • Fiyat farkı. Benim için fiyat çok da sıkıntı değildi açıkçası, ama 1000 liralık bir uçurum da var aralarında bu inkar edilemez. İphone'un 1000 liralık farkı neyle kapattığına bakmaya çalıştığımda 3D touch dışında pek bir şey bulamadım diyebilirim. Bu yüzden Note 5 benim tercihim oldu
  • Çok küçük ayrıntı olsa da şarj süresi Note 5'te 90 dakika. Ha şu eksiği var İphone gibi şarjı 1.5 gün gitmiyor ama 1 gün dayanıyor ve çabucak şarj oluyor, eksiğini bu noktada artıya çevirmiş bence.
Şu an yeni telefonumun rengi Teknosa'da olmadığı için Cuma günü teslim alacağım. Aldığımda ayrıntılı inceleyip atarım sizlere de neleri var neleri yok diye :)


Telefon dışında bugün büyük bir kozmetik alışverişi de yaptık. CK'ın in2u parfümüne geri döndüm^^ kendisi benim için çok sevimli bir bahar/yaz kokusu, o yüzden çok mutluyum :) Bu arada in2u'un 150 mllik şişesi Boynerde 191 tl'ye indirimli satılırken(ne indirimiyse o artık) Gratis ve Watsons da 120, Rossmann'da ise 110 tl idi. Gidip kazıklanmayın yani :D Bu arada ucuz diye çakma gibi düşünmeyin, orijinal hepsi. Ben baya araştırdığım için paylaşıyorum sizinle, Gratis, Watson's gibi mağazalar çok sayıda şube bulundurduğundan sürümden kazanıyormuş, o yüzden daha indirimli satıyorlar.
Aldığımız diğer ürünler ve değerlendirmelerini ayrı ayrı yazılarla yapacağım, çünkü hem konu çok ayrı hem de çok uzun uzun yazdım :)

Bu aradaaa tabiki günün şarkısını unutmadım :) Son iki gündür aşk yaşıyoruz kendisiyle, sizler de bir dinleyin bakalım :)

Benden şimdilik bu kadar, iyi kalın, hoşça kalın :) 

1 Şubat 2016 Pazartesi

The Little Prince

<En alttaki şarkıyla okunması tavsiye edilir (^-^) >



Bugün uzun süredir izlemek istediğim ama bir türlü fırsat bulamadım Küçük Prens'i izledim.

Bendeki yeri yıllardır çok ayrı olan bir eser aslında kendisi. Yanlış hatırlamıyorsam yengem babamın ölümünden sonra vermişti Küçük Prens kitabını okumam için. Yaklaşık 8 yaşımdayken başladı ilişkimiz kendisiyle ve her sene defalarca okudum. Her okuduğumda farklı anlamlar keşfettiğim şahane bir eserdi kendisi, ki hala da öyle. Çizimleri ise ayrı bir keyif verir bana. Mutlaka her çocuğun ve yetişkinin, aslında her yaştan insanın okuması gereken dünyanın en güzel ve önemli eserlerinden biri olduğunu düşünüyorum.
Filmine gelecek olursak, filminin yapılacağını duyduğum ilk andan beri büyük hevesle bekliyordum kendisini. Fransız bir yazarın yazdığı (daha doğrusu kendisi pilot ama kitabımızın yazarı olduğu için çaktırmayalım) kitabın animasyon filmini Fransa'nın yapacak olması da beni biraz heyecanlandırmıştı. Ki ilk fragmanıyla film ne kadar başarılı bir şekilde geleceğini belli etmişti. Filme baktığımda ise konunun işlenişinde pilota eşlik eden kızımız çok hoş bir fikir olmuş bence. Kitabın teması bozulmamış, sayfalar birebir kullanılmış. Görüntüler ise şahane. Sadece klasik bir animasyonla kalmamışlar, farklı zamanları anlatırken farklı türde animasyonlar kullanılmış izledikçe farkı göreceksiniz. Küçük kız ile pilotun ilişkisi çok güzel işlenmiş bence. Küçük kızın bir sahnede "Küçük Prens'in gülü var, benimse senden başka kimsem yok" tarzı bir sözü vardı ki bu hikayenin günümüze de uyarlandığının en tatlı ip uçlarından biriydi.
Filmin bir kısmında beni hüngür hüngür ağlattığını inkar edemeyeceğim. Yılanla konuşma, Küçük Prens'in bedenini bir kabuk olarak görüp geride bırakmak istemesi her zaman beni çok etkilemişti. Bu olayı bir de bu şekilde görsel, işitsel olarak görünce daha da etkiledi beni.
Son olarak da filmde Küçük Prens hikayesinin sonunun tamamen farklı yorumlanması çok ama çok  hoştu. Filmdeki tüm ögeleri barındıran ve bize onları tek tek hatırlatıp bağlantı kurmamızı sağlayan çok hoş bir hikaye kurgulanmış.
Es geçmeden, görsellikler dışında kullanılan müzikler de harikaydı. Seçilen müziklerin fazlasıyla soft olması, pilotun yaşını ve hayat tarzını fazla fazla yansıtıyordu bize. Kesinlikle ost'unu indirip yüzlerce kez dinleyeceğime eminim
Ben filme kendi bakış açımdan 10 üzerinden 10 verdim diyebilirim :) Bende fazlasıyla yeri olan bu eseri yıllar sonra da defalarca okuyacağıma ve bu filmi izleyeceğime fazlasıyla eminim :)

Bu benim ost'tan şimdilik favori seçimim )